* ORHAN PAMUK İLE SÖYLEŞİ


2006 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Orhan Pamuk, CNN Türk’te Yasemin Çongar’ın sorularını yanıtladı.



Foto: Jeffrey Zelevansky-Milliyet

22 Kasım 2006, New York

Çongar: New York’tan merhaba. Amerika’nın seçkin, köklü eğitim kurumlarından Columbia Üniversitesi’nde Orhan Pamuk’un son aylarını geçirdiği yazıhanedeyiz. Orhan Pamuk’tan bu ayların hikayesini dinlemek üzere.

Orhan Pamuk, merhaba. Teşekkür ederiz, zaman ayırdığınız için. Öncelikle Nobel nedeniyle sizi yürekten kutlayarak başlamak istiyorum.

Pamuk: Merhaba. Çok teşekkür ederim.

Çongar: Bu yazıhanedesiniz ekimden beri, ekim başından beri. Önce onu sorayım, niye Columbia’dasınız? Ne işiniz var burada? Niye ders veriyorsunuz?

Pamuk: Üç dört yıldır, hatta beş altı yıldır çeşitli Amerikan üniversiteleri bana iş teklif ediyorlardı. İşte “Gel, burada hocalık et. Bir sömestre, iki sömestre falan” diye. Bunlar gene son zamanlarda iyice arttı. En son Chicago Üniversitesi, onların bir heyeti var, içinde bir yazar da vardır, “Sosyal Düşünce Komitesi” gibi. Bir de Princeton Üniversitesi, iş teklif ettiler. Princeton Üniversitesi’nde, romancı Tony Morrison emekli oluyordu…

Çongar: O da Nobel ödüllü bir romancı…

Pamuk: Evet. Tam onları düşünürken, Columbia’dan da teklif geldi. Zaten ben de her sene Amerika’ya bir bahaneyle bir ay, bazen bir kitabım çıktığı için kitap okuma turu ya da bazen üniversitelerden tek bir konuşma, iki gün gelme gibi teklifler oluyor, bunları her sene yanyana koyup, ben her sene zaten New York’a, bir ay, onbeş gün gelmeyi önemli bulurum. Garcia Marquez’in güzel bir lafı vardır, “Her sene bir kere New York’a gidip orada kitapçılara, müzelere filan ona bir bakmak, dünyada ne olup bittiğini, bundan sonra ne olacağını görmek için gerekli” diye…

Çongar: Zaten sizin New York geçmişiniz de var.

Pamuk: Evet, bundan yirmi sene evvel, karım Columbia Üniversitesi’nde doktora yaparken, ben de –şaka olarak da şimdi herkes söylüyor- karımın kocası olarak buradaydım. Hatta şimdi rektöre, burada Columbia’daki herkese de “Arkadaşlar, burada en eskiniz benim” diyorum, çünkü ben yirmibir sene evvel de gene buralarda, gene bu sokaklarda, gene bu binalardaydım işte. Ve o zaman “misafir öğretim üyesi” şeyiyle bir yıl kalırdık. Şimdi bu seferki gelişim, ki önümüzdeki yıllarda da devam etmeyi umuyorum, senede bir sömestre, hatta orada kontratımda bir sömestreden de az, işte ikibuçuk ay, bu sene bir sömestreden daha da az oldu. Ödül dolayısıyla da erken döneceğimi de söyledim. Her sene ben Columbia Üniversitesi’ne bir sömestreden biraz daha az bir süre geleceğim. Bu benim için bir mutluluk. Kitapçılara gitmek, New York’ta ne olup bittiğini takip etmek. Ve bazı dersler vereceğim. Onlar da iş… Buradaki ders yüküm de biraz hafif.

Çongar: Ne öğretiyorsunuz?

Pamuk: Bu sene biraz da geç geldiğim için iki şey yaptım. Birincisi bir tane seminer var. İşte dünyada globalizm, demokrasi, insan hakları ve bizim laiklik dediğimiz, ama belki biraz daha başka bir kavram olan sekülerizm konularında bir profesör geliyor, konuşuyor, bizler de onun arkasından yorum yapıyoruz. Benimle birlikte bu dersi dört profesör veriyor ve başka profesörler de veriyor. Çok zengin bir ders. Ve ona katılıyorum her cuma. Bir de “yaratıcı yazarlık” dediğimiz, yani ileride yazar olmak isteyen gençlerin, üniversite öğrencilerinin okulu var. Bütün Amerika’da bunlar çok önemli. Benim çok da inandığım bir şey değil. Ayrıca orada ders verirken de, “Ben bu işe çok fazla inanmam ama” da diyorum.

Çongar: Bu iş dersle olmaz diye mi?

Pamuk: Bu iş dersle biraz olur, ama çok da fazla olmaz. Orada da bir mini seminer dedikleri bir şey yaptım. Yani üç hafta öğrenciler toplandı. Onlarla bir hikaye okuduk; Thomas Mann’ın bir hikayesini. Sonra da onun hakkında konuştuk. Sonra onu aştık. Hikaye nedir, nasıl olmalıdır, ki ben de çok iyi bir hikaye yazarı değilim, romancıyım, biliyorsunuz. Ama birazcık öğrencilerle konuşmayı da öğrendim, hoca olmayı da öğrendim. Aslında baştan bir sıkıntım da vardı, gerginliğim de vardı. Hayatta ben, belki biliyorsunuz, belki bilmiyorsunuz, 54 yaşındayım. Roman yazmaktan başka hiçbir iş yapmadım. 54 yaşında Columbia Üniversitesi’ndeki bu hafif işim, güzel de gördüğünüz gibi bir evim var, ofisim var, aslında çok yorucu bir iş değil. Ve Columbia Üniversitesi Rektörü de, bana bu işi verenler de, “Sen burada gel, ama romanını yaz. Biz biliyoruz, sen azıcık gelirsin” dediler. Artık böyle cazip bir teklife de “evet” dedim.

Çongar: Romanınızı yazabildiniz mi ona geleceğim aslında, ama buraya geldikten hemen 10 gün sonra galiba Nobel açıklandı…

Pamuk: Evet.

Çongar: İster istemez herhalde bir anda dünyanız değişti…

Pamuk: Çok fazla değişmedi aslında. Ama değişti, onu da kabul etmek gerekir. Yani şimdi ben buraya gelmiştim. Tam Nobel’in açıklandığı sabah aslında… İşte geldim, bir haftada böyle büyük bir hızla masamı, yatağımı… Boş bir eve girdim. Burada bir dükkan var. Boş bir evi doldurmak için örtüden çatala bıçağa kadar herşeyi satan bir dükkan var. Oradan bütün alışverişimi yaptım. Neredeyse bir çeyrek minibüs dolusu. Eve onları yerleştirdim. Yerleştirirken bıçaklarla elimi kestim. Kan ter içinde kaldım. Bir de bütün bunları ben hayatta ilk defa yapıyorum. Hep hatırladım ki annem yardım etmiş, eşim yardım etmiş, birileri yardım etmiş. Hayatta ilk defa böyle… Çok da şikayetçi değilim.

Çongar: Bir de manzaralıymış eviniz, onu duyduk…

Pamuk: Evet, Columbia Üniversitesi’nde böyle hocalara verilen evler var. Biraz profesörlerle de, “Senin evin iyi, benim evim iyi” diye konular var. O anlamda, biraz şaka yaparak da bunu söylüyorum. Columbia Üniversitesi Rektörü haziran ayında İstanbul’a gelmişti, orada benim evimin manzaralı olduğunu gördükten sonra, burada da bana jest olarak güzal manzaralı da bir daire verdi. Memnunum hayatımdan. Çalışıyorum da, ders yüküm de ağır değil. Türkiye’de olmama sıkıntısı dışında bir derdim de fazla yok. Ama doğru, haklısınız, bu ödülden sonra, Nobel Ödülü’nden sonra, beklediğim gibi… Burada herşeyi hazırladım, tam “herşeyi hazırladım, masayı da hazırladım, yarın sabah yazacağım” derken telefon çaldı ve ödül aldığımı öğrendim ki, ondan beri de ne yazık ki Masumiyet Müzesi adlı romanıma devam edemedim. Ama mazeretimi kabul edin artık, hocam…

Çongar: Masumiyet Müzesi’ne döneceğim, ama herhalde öğrencilerinizin ilk baştaki sizi dinlemeleri ile Nobel aldıktan sonraki dinlemeleri arasında biraz fark vardır. Hele o yazar olmaya çalışanlar açısından…

Pamuk: Evet, şimdi o yazarlık kısmında, burada Amerika’da da okurlarım epey var. Ödül aldıktan sonra gittiğimde herkes bööyle bakıyor ve ben de onlarla göz göze gelmemek için kaçıyorum. Ama bir tane ders verecektim ve orada bir hata yaptım. “Kaç öğrenci istiyorsunuz” dediler. Ben de “Kim istiyorsa gelsin” dedim. Birden 80 kişi derse yazıldı. Böylelikle 80 kişi yazılınca, tartışarak konu açılır, öğrenciyi bilirsiniz, tanırsınız, bir daha sorarsınız, öyle bir şeye imkan yok. Ben de o zaman kürsü gibi bir yerden nutuk atıyor oldum, kötü oldu ve o beni gerdi. Ve hayatta bir profesör olarak ya da hoca olarak, ne derseniz deyin, verdiğim ilk derslerden biriydi. Ama Nobel’in şöyle bir faydası oldu, dersten sonra bütün sınıf ayağa kalktı, beni alkışladılar. Tabii, anlayamadık, benim dersim güzel olduğu için mi alkışlıyorlar, beni mi, yoksa o Nobel’i mi? Ama hiç olmazsa durumu ilk derste kurtardık, ben de rahat ettim.

Çongar: Tamam, Masumiyet Müzesi’nin mazereti var. Mazeretiniz var Masumiyet Müzesi’ni geciktirmek konusunda, ama mazeretiniz olamayacak bir konu Nobel konuşması, tabii. Siz bu arada bir de bu konuşmayı yazdınız…

Pamuk: Evet, bu konuşmayı yazdım, bitirdim.

Çongar: Tarihe geçen konuşmalar oluyor Nobel ödüllü yazarların kabul konuşmaları…

Pamuk: Öyle olmasını umuyoruz. Kötü bir konuşmaysa tarihe marihe geçmez, sadece Nobel’in websitesine geçer.

Çongar: Biraz ondan bahsetmenizi istiyorum. Tabii, bu bir sürpriz, sonuçta Stockholm’de dinleyecek dünya bunu sizden ilk olarak. Ama ödülü verirken İsveç Akademisi, İstanbul üzerinde durdu, sizin şehrin o şizofrenik yapısını yansıtmanız üzerinde durdu…

Pamuk: “Şizofrenik” demediler…

Çongar: “Şizofrenik” demediler, ama o ikilemi, renkliliği, çeşitliliği…

Pamuk: “Kültürlerin çatışması” dediler…

Çongar: Başka Nobel alan yazarların ödül konuşmalarına baktığımız zaman, mesela Necip Mahfuz’un konuşmasını okudum. Diyor ki işte, “Ben iki ayrı uygarlığın çocuğuyum. Firavunların ve İslam’ın çocuğuyum. Ve o da böyle bir ikilemden ve kültürlerin kaynaşmasından, çatışmasından bahsediyor. Kenzaburo Oe, nitekim, Japonya’nın benzer ikileminden bahsediyor. Yani bu aslında hep olan bir tema, önemli yazarların işlediği bir tema. Kendi dünyası ile kendi ülkesi ile dünya arasında, Batı arasında, Doğu arasında… Bunlar üzerinde mi duracaksınız? Ne tür temalar size ilham veriyor bu konuşma için?

Pamuk: Şimdi tabii, ben Nobel konuşmasını yapmadan evvel konuşmam yerinde değil. Ama bu konuşmalar genellikle, ben de okudum sizin gibi, yazarın bütün hayatı, eserleri, bütün hayatı boyunca bulduğu, esinlendiği en parlak şeyler, en orijşnal şeyler, o yazarı o yazar yapan, o değişik kişilik, kimlik yapan özellikler üzerine yazarın son bir kere daha derli toplu bir sözü gibi bir şey oluyor. Bunun farkındayım. Elbette benim konuşmamda da, benim konumun, işte Türkiye’nin konumu, kültür falan gibi şeyler de var. Fazla ayrıntısına girmeyeyim. Benim babamın bir bavulu vardı. Bu bavulun içine, babam yazar olmak istemişti ve bir sürü defter doldurmuştu, bu defterlerin hiçbirini sonra istediği gibi…

Çongar: Hikayeler mi bunlar?

Pamuk: Hikayeler, parçacıklar, roman parçacıkları, günce, şiirler, çeviriler… aklınıza ne gelirse ve bunların hiçbiri yayımlanmamıştır. Ve bir gün vefatından kısa bir süre önce onları bana getirdi. Birazcık buna da kenarından değiniyorum. Bu kadarını söyleyeyim.

Çongar: Babanızın bavulundan yola çıkan bir konuşma diyelim…

Pamuk: Evet.

Çongar: Peki yine dikkatimi çeken bir şey, Nobel ödülü alan yazarlar hem kendi ülkelerinin edebiyatından, ama şart değil, hem de dünya edebiyatından çok alıntılar yapıyorlar. Etkilendikleri, ilham aldıkları, paralel düşündükleri yazarları da o konuşmanın içine katıyorlar. Siz böyle bir şey yapacak mısınız?

Pamuk: Benimkinde de, ben düşünmeden, siz şimdi bana sordunuz ya, ben de yapmış mıyım diye, yaptım ben de… Ama çok fazla ayrıntısına girmeden… Ferhat ile Şirin’den de, bilmem Montaigne’den de ister istemez insan kendini ifade edebilmek için bahsediyor. Edebiyat zaten kendi sözünüzü başkalarının sözü üzerine, başkalarının sözü ile birleştirmekle yapılan bir şeydir. Bir odaya kapanıp yazı yazarsınız tamam. Bir odaya kapanıp yazı yazarken tek başına değilsinizdir, bütün bir gelenek sizin yanınızdadır. Ve her zaman o da sizinle konuşur.

Çongar: Bütün o süzülüp gelen şeylerin sizi bulması…

Pamuk: Evet, ve öyle bir kürsüye çıktığınız zamanda, orada da bazen laf geldiği için Dostoyevski’den bahsedersiniz. Bazen de işte efendim Montaigne’in geleneğini sürdürdüğünüze inandığınız için bahsedersiniz.

Çongar: Türkçe konuşacağınızı biliyorum. Bazı yazarlar kendi dillerinde konuşmamışlar. Niye özellikle Türkçeyi seçtiniz?

Pamuk: Bana doğalı böyle geldiği için. Çünkü bütün dünya bakacağı için. Hatırlayacaksınız bundan, belki seyretmişsinizdir, Frankfurt’ta Barış Ödülü’nü aldım. Aşağı yukarı benzer oraya da kızımla gitmiştim. Kızım o arada büyüdü, o yeni başka değişik elbiseler alarak gelecek.

Çongar: Ne mutlu kızınıza, bir ödül töreninden diğerine…

Pamuk: Evet, inşallah orada da mutlu olacağız. Orada da Türkçe konuşmuştum. Çünkü ben Türkçe ile yazıyorum. Türkçe benim, sabahtan akşama kadar, istersem New York’ta oturayım, istersem seyahat ederken yazayım, istersem uçakta yazayım, bu benim rengim, bu benim herşeyim. Ben oradan girmeliyim söze. İngilizce konuşursam belki oradaki yüz tane İsveçliye ve yabancılara ilgi çekici gelir ama, bu da oyunun ve benim kimliğimin bir parçası ve doğal olanı da o. Ama İngilizce konuşma yapacağım ödül töreninde küçük bir yer var. Ödül töreninde bir de yemek yiyeceğiz hep birlikte. Ondan sonra ödül alanın çıkıp esprili bir konuşma yapması lazımmış, o da İngilizce olmalıymış. Onu İngilizce yapacağız bakalım.

Çongar: Peki, şimdi siz çok uzun yıllardır aslında “Nobel alabilecek bir yazar” olarak dünya eleştirmenleri tarafından yazılıyor, çiziliyordu, hatta önemli romancılar bunu çok uzun zamandır yazıyorlardı. Daha sonra tabii adaylığınız sözkonusu oldu ve bu işte birkaç yıldır konuşuluyordu. Ve şimdi siz Nobelli bir yazarsınız artık. Bu nasıl bir değişim? Gündüz ile gece gibi mi? Bir anda “Eh, şimdi ben Nobelli bir yazarım” deyince herşey farklı mı artık? Şunu da sormak istiyorum, 54 yaşında Nobel’i alıyorsunuz, çok erken alıyorsunuz…

Pamuk: Hayır, aslında bakın ben de öyle sanmıştım. Ben açıkçası bana bu yıllarda Nobel vereceklerini düşünmüyordum. Çünkü zaten fazla üzerime gelenler vardı. İşte “Nobel almak için şunu yaptı, Nobel almak için bunu yaptı.” Çok ayıp ediyorlardı. Yalnız o sebepten değil, beni seven dostlar da bu havaya uyup buna inanıp bu konuyu açınca sinirleniyordum. “Bu yaşta vermezler” diye ve biraz da içimi rahatlatmak için. Çünkü bu konuya kafayı takmak istemiyordum. Kendi kendimi dolduruşa getirmek istemiyordum. Hiç mi bu ödülü bana vermezler? Her yazar gibi, ünüm de artmış, kitaplarım 45 dile çevrilmiş, bir Türke verilmemiş, birgün bana da verirler, verebilirler diye düşünüyordum, ama 10 yıl sonra verirler, diye düşünüyordum. Ama ödülü aldıktan sonra, ben de genç yaşta aldığımı düşündüm. Ama sonra Nobel Vakfı’ndan bir kitapçık geldi. Nobel alanlar, fizikte, kimyada… Edebiyattakilerin listesine bakınca benim değer verdiğim yazarların, beni etkilemiş yazarların… sayayım onları, Thomas Mann, Gabriel Garcia Marquez, William Faulkner ve Hemingway… hepsi 53-54-55 yaşlarında almış. Faulkner benden genç almış. Hiçbirimiz, Faulkner’ın Nobel’i genç aldığını bile bilmiyoruz. Thomas Mann ki beni kitaplarıyla çok etkilemiştir, çok büyük yazardır. Alman yazar, büyük romancı Thomas Mann tam benim yaşımda almış. Gabriel Garcia Marquez hepimiz okuyoruz, Türkiye’de çok sevilen yazar. O benim yaşımda almış. O zaman ben de ilk baştaki düşüncemi, bu ödülü bana genç yaşta verdiler düşüncesini kaybettim. Normal geldi. O düşünceden de çıktım.

Çongar: Ama şurası da bir gerçek, 60’ında, 70’inde ve daha da sonra alanlar da var. Sonuçta Nobelli yazarlar için, belki hepsi için doğru değil bu ama, genelde bir ömrün yapıtına verilmiş oluyor ödül ve ondan sonra da çok fazla üretme şansı da bulamayabiliyor yazarlar. Şimdi inşallah herşey yolunda giderse, önünüzde uzun bir üretken dönem var sizin.

Pamuk: Şimdi size bir tane şaka yapayım önce. Genç almak konusunda, Nobel almak konusunda. Yani Nobel almanın güzel bir yanı da var, onu da biraz yaşadım. Böyle “Aman ne diyecekler, gene işi siyasi mi yapacaklar” gibi üzüntüler de oluyor. Gene de Türkiye Nobel aldı, Türkiye’ye ilk defa Nobel getirilmesine vesile oldum. Bütün bunlar benim için inanılmaz sevinç. Bunu Türkiye’de de paylaşmak çok isterim. Bunların bozulmasını da istemem. Ama her zaman bozan insanlar da çıkıyor. Neyse geçelim. Bu kendiliğinden geldiği için, genç almak konusunda bir şaka yapayım. Birisi “Nasıl bir his” diye sordu. Ben de ona dedim ki, yani biraz da neşeli bir halimdeydi, memnundum kendimden, bir kadeh de içmiştim galiba. “Çok güzel bir his, bana niye daha evvel vermedikleri için kızdım, insana bu doğduğu zaman verilmeli”… Çünkü böyle bir prens gibi, çocukluğuma dönmüş gibi hissediyorum. Herkes size gülüyor, herkes çok saygılı davranıyor. Öyle bir yanı var. Onun için yani erken aldım, genç aldım, ama 54 yaşımda anlmışsam, ben kendimi yazar olarak daha evvelden, bu ödülden evvel yazdığım yazılarda da söyledim. “Bir 30 yıl daha yazabilmek isterim” dedim. Ben kendimi edebi, artık ne derseniz deyin, edebi serüvenimin ortasında hissediyorum. Sonunda değil. Onun için de ortasında olmak, bu ödül yazacağım kitaplara bakışımı da yavaş yavaş kuvvetlendirecek. Hani şöyle bir şey olur… İkinci konuya yavaş yavaş geçiyorum. O da şudur: Bu bir klişe de diyebiliriz, bassmakalıp laf da... “Aaa, Nobel aldı, ondan sonra birşey yazamadı. Zaten kurumuştu. Bu ödül de onu çok etkiledi, ondan sonra emekli oldu.” Benim için böyle olmayacağından emin olabilirsiniz Yasemin Hanım. Şöyle de hissediyorum. Nobel aldım, öğrendim. İki gün böyle bir bayram havası yaşadım. Birazcık da “Aman medya ne yapacak gene” diye endişem de oldu. Üçüncü gün kuvvetli bir şekilde, herşeyi unutup masaya gidip şu anda yazdığım romanı bitirmek istedim. Şu anda yazdığım roman güzel, onu söylemek istemiyorum. Yazmak istedim. Yani şu anda en kuvvetli hissettiğim şey, birbuçuk aydır da romanımı yazamıyorum. En kuvvetli hissettiğim şey, tıpkı bazı futbolcular vardır, bir hafta cezalıysa öbür hafta çok iyi oynar, onlar gibi yazmak istiyorum. Öyle bir endişem, “Aman Nobel aldı, ondan sonra da tiriti çıktı, kurudu…” böyle bir derdim yok benim.

Çongar: Peki ama şunu sormak istiyorum. Nobel’in getirdiği bir psikolojik baskı oluyor mu sizin üstünüzde? Belki diyebilirsiniz ki, “Zaten yarım milyon okurum vardı… Artık elim daha da rahat, çok daha farklı şeyler yazabilirim.” Ya da belki tam tersi, artık sizden belli bir şey bekleniyor da, ona uymak zorunluluğu mu? Bir şekilde kategorize ediyor mu ödül sizi?

Pamuk: Bu psikolojiyi anlatayım. Nobel’den sonra, “Ayy, şimdi ilk cümleyi yazıyorsun… Ayy Nobelli yazar. Ayy dur sileyim yahu, bu o kadar…” Böyle bir endişe hissetmiyorum. Ancak buna benzer bir endişe yakın zamanda hissediyordum. Çünkü kitaplarım 45 dile çevrilmişti. Ve işte ne bileyim, şimdi Masumiyet Müzesi diye bir roman yazıyorum üç yıldır. Ayy, bu kitap da 30 dile çevrilecek, aman şunu iyi yazayım, bu cümle de yakıştı mı? şeylerim vardı. Nobel bunu ne kadar arttıracak, beni ne kadar “Ayy kötü yazmayayım, biraz daha dikkat edeyim” endişesi verecek bilemiyorum. Bunun çok olacağını sanmıyorum. Çünkü bunun büyük bir kısmını yaşadım. Ben 46 dile kadar çevrilmiştim Nobel’in açıklandığı ekim ayının başına kadar. Ondan sonra yalnızca üç dil daha Nobel almış diye çevirdiler. Vietnam, Bangladeş’e ve İspanya’nın Bask bölgesine.. Üç ayrı dil daha hadi 49 etti çeviri… Benim tamam daha çok okurum olacak, kitaplarım çıktı bütün o ülkelerde kitapların hepsi yeni baskılar yapıyor. Ya da erken dönen kitaplarım ya da çevrilmemiş kitaplarım çevriliyor. Patlama var. Zaten bir süre ülkede kitaplarım çok satanlar listesindeydi. Daha da çok oldu. Ama çok da büyük, okura seslenmek, okur bulmak açısından çok büyük bir yenilik değil benim için.

Çongar: Evet, o size Nobelle gelen bir şey değil, ama 45 dilde okunuyor olmak, yarım milyonu aşan bir kitlenin artık sizin okurunuz olması, sizin sunumunuzu etkiliyor mu? Sizin seslendiğiniz farklı bir kitle var. İlle bunlar Türk değil ya da Türkçe bilen insanlar değil, ille de Avrupalılar değil. İşte Latin Amerikasından Çinine kadar herkes okuyor sizi. Bu sizin yazarlığınızı etkilemiyor mu?

Pamuk: Yarım milyon da değil, daha da çok. Kar, birbuçuk milyon okura ulaştı. Benim Adım Kırmızı’nın bugünlerde ulaştığı okur sayısı bir milyon. Herhalde bu anda yazdığım Masumiyet Müzesi de, Türkiye dahil hepsini toplayınca böyle sayılara ulaşacak. Ama bu beni çok fazla korkutmuyor. Çünkü eğer ben 25 yaşında yazarlığa başlayıp 30 yıl geçsin hiçbir şey olmasın, 31’inci yıl güm diye böyle bir şey olursa, böyle bir endişe olur. Ama ben buna alışa alışa ilerledim. Bana okurlar bir gecede gelmedi. 30 yılda yavaş yavaş, halka halka, halka halka her kitapta büyüyerek geldiler. Onun için evet, insan düşününce, “Ahh, bu kadar çok adam okuyacak. Nasıl yazıyorsun yaa” diye de düşünebilirsiniz. Ama gazetelerde köşe yazarları da bir milyon kişi okuyacak diye hergün yazıyorlar.

Çongar: Ama ben biraz da okurdaki çeşitlilik açısından söylüyorum… Farklı bir beklenti olabilir sizden.

Pamuk: Beklentilere bakmıyorum. Ben kitaplarımı… Mesela ben şu anda bitirdiğim kitabı sekiz sene evvel düşünmeye başlamıştım. Bitirdiğim diyorum, bitirmeyi umduğum kitabı, dört senedir de yazıyorum bu Masumiyet Müzesi’ni. Bundan sonra yazacağım kitabın notlarını ben beş senedir alıyorum. Yazarlık benim için planla yapılan, uzun vadeli iştir. Bu yavaş yavaş ilerliyor olmanın, notlar almanın da faydali bir yanı var. Hiçbir zaman güncel bu çeşit dalgalanmalardan, siyasi olarak saldırılar olabiliyor, kötü durumlara düşebiliyor insan, ya da işte böyle ödül olabiliyor. Bunlardan romancılığınızın, en azından konu açısından beklenti açısından etkilenmiyorsunuz. Çünkü bir yolda uzun zamandır hazırlık yaptığım bir şey.

Çongar: Onu da sormak istiyorum. Ben sizi düşünürken, “Nobel sonrası nasıl yazacak acaba, nasıl bir psikolojiyle yazacak” diye, sizin hep kullandığınız ikiz olgusu var ya, birkaç romanınızda kullandınız, aklıma o geliyor. “Küçükken Orhan diye bir başka çocuğun, bir başka evde, benim gibi yaşadığını düşünüyordum” diye başlıyor İstanbul kitabınız. Acaba böyle bir yerde Nobel ödülünü almamış, bütün bu siyasi tartışmaların belki odağı haline gelmemiş, bütün bu heyecanı şu anda yaşamayan bir Orhan Pamuk var ve o masasında hala romanını yazıyor mu? Böyle biraz uzak durabiliyor musunuz yazar olarak?

Pamuk: Şimdi Nobel ödülü aldım, daha önceden bir dava oldu, pekçok siyasi durum içersinde son 10-15 yıl içersinde oldum. Bütün bunlar tabii beni psikolojik olarak yordu. Bütün bunların yoğunluğu benim yazı yazarken masama da kötü bir rüzgar olarak arada bir geliyor gidiyordur. Ama zaten ben yazar olmayı, roman yazmayı günlük hayattaki bu sıkıntılardan dertlerden... Bir iş yerinde ne emir vererek ne emir alarak çalışamayacağımı 18 yaşında anladım ve kendi başıma roman yazdım bütün hayatım boyunca. Çünkü öyle şeyler beni çok üzüyor, çok dertli yapıyor. Bu tür şeylerden hiçbiri olmasa diye de düşünüyor insan. Tabii bunlar kaçınılmaz. Elbette o rüzgarlar insana masa başında da geliyor. Ama bende bir kendimi koruma mekanizması da var. Ben romanı zaten o yüzden, rüzgarlar beni etkilemesin diye yazıyorum. Ben kendime ikinci bir alem kurayım, orada yaşayayım ki hayattaki zorluklar, sıkıntılar yazdığım hayal dünyasına girmesin. Yazdığım romanlarda sıkıntılar, dertler var. Ama roman yazmak beni kurtarır. Yani hayatta dertliysem, hayatta buhranlı zamanlarımda, artık anlatmayayım, ne bileyim, eşimden ayrılırken falan ben sabahleyin duş alıp, soğuk duş alıp masama oturarak kendimi korumuş biriyim. Dertli olmak benim, “Git yaz, dertlerden kurtulursun. Onların geçici olduğunu anlarsın” felsefesi ile ya da içgüdüsüyle yaşamış biriyim. Evet, dertler var bitmiyor ya da Nobel ödülü de dert mi, sen sevin diyeceksiniz…

Çongar: Her sevinci derde dönüştürmeyi bilen bir toplum olarak…

Pamuk: Ama yazarım ben. Öyle bir derdim yok. Dert olunca yazmayı alışkanlık edinmiş biriyim belki de.

Çongar: Peki o zaman hem bir sığınak, hem bir de silah olarak Masumiyet Müzesi ne zaman bitecek?

Pamuk: Masumiyet Müzesi üzerinde dört yıldır çalıştığım bir kitap. 1975 ile günümüz arasında, İstanbul’da, gene Nişantaşı’nda ya da Taksim’de, Beyoğlu’nda daha çok İstanbul’da geçiyor. Zengin bir adamın aynı aileden uzak bir akrabası kıza aşık olmasının hikayesi. Çok da bildiğimiz bir hikaye. Çok melodramatik, Türk sinemasına, Türk filmlerine layık temalar, müzikler de var içersinde. Umuyorum ki Masumiyet Müzesi’ni gelecek sene bugünlerde bitireceğim. Gelecek sonbaharda tekrar Columbia Üniversitesi’ne gelip dersimi verdikten sonra, onlarla da konuştum, erken döneceğim inşallah, aralık ayında Türk okuruna Masumiyet Müzesi’ni 2007 aralığında da Türkiye’de de çıkartacağımı umuyorum. Mahsus bir de böyle söylüyorum. Hani vardır ya, “Aralıkta sigarayı bırakacağım, bırakmazsam abi gözüm kör olsun.” Onun gibi de, çıkarmazsam da gözüm kör olsun. Ne diyeyim artık.

*****

Çongar: New York’ta, Columbia Üniversitesi’nde Orhan Pamuk’la söyleşimize devam ediyoruz.

Evet, Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’nden bahsettik. Biraz bize konusunu anlattınız. İnşallah 2007 sonunda bekliyoruz kitabı. Biraz üslupla ilgili sormak istiyorum size. Demin Thomas Mann’dan bahsettiniz çok genç yaşta Nobel’i aldığını bize hatırlatarak… Sizin Cevdet Bey ve Oğulları, ilk yayımlanan, ödüller alan romanınız, biraz Buddenbrook Ailesi’ne benzetilir. Öyle bir aile romanı. Daha klasik bir roman, anlatımı itibariyle. Sonra bu klasik anlatımdan yavaş yavaş uzaklaştınız. Kimi postmodern diyor, kimi pastiş diyor, bütün bu yeni teknikleri kullanarak artık yazıyorsunuz. Bundan sonra, Nobel’i de almış olmanın verdiği bir rahatlamayla belki, çok daha farklı şeyler deneyecek misiniz? Mesela sanal alemi daha fazla deşen, biraz daha internet romanı gibi şeyler… Üslup olarak yepyeni birşeyler getirmek roman sanatına, bu sizin derdiniz mi?

Pamuk: Derdim tabii. Bir de şu, ben kitaplarımı demin de söylediğim gibi, uzun yıllar düşünüp planlayıp notlar alıp çalıştıktan sonra yazıyorum. Onun için Nobel aldıktan sonra şunu yaparım desem, eh yap bakalım… hazır birşeyim yok. Ben bundan evvel hazırladığım, düşündüğüm zaten hepsi 6-7 tane roman tasarımım vardır. Herşeyiyle olmasa bile, herşeyine yakın bir şekilde hazır. Onlardan birini seçip yazacağım. Ame benim yazarlığımda her zaman deneysel olmak, Batı’nın yaptığı şeyleri körü körüne kopya değil, bize uygun ya da bana uygun ya da deneysel ya da kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmak gibi tasalarım dertlerim oldu. Birazcık da bu ödülün veriliş gerekçelerinden birinde de “roman sanatını değiştirmesi” denmesi doğrusu beni de çok sevindirdi. Tamı tamına 32 yıldır yaptığım şeyin de roman sanatını… Tabii, ilk başta insan “Benim roman biraz değişik oldu abi, kusura bakmayın” diyor. Ama artık 45 dile çevrilip Nobel alırsanız da artık roman sanatını değiştirmiş oluyor. 32 yıl sonra da bunun görülmesi hoşuma gidiyor. Ben deneysel olmadan, değişik bir şeyler yapmadan duramam. Yapacağım. Bunun Nobel’le ilişkisini soruyorsanız, bana Nobel olsa olsa... Bunun sonucunu 10 yıl sonra, 7 yıl sonra, 8 yıl sonra görürüz... Nobel eğer bana bir güven vermişse, bu güveni edebi olarak daha cesur olmakla, deneysel olmakla, değişik yerlere gitmekle değerlendireceğimden emin olabilirsiniz. Daha az düşüneceğim belki, eğer böyle yaparsam popüler, yaygın okuru kaybederim gibi bir düşüncem varsa ki olabilir bir yazarda da, onu daha az düşüneceğim. Daha çok şu olabilir. Şimdi Nobel’i de aldım, bu kadar da itibarım var. Kimsenin cesaret edemeyeceği ama çok da doğru olan şu düşünceyi, yani edebi düşünceyi, formla, biçimle, üslupla ilgili şeyi biraz deneyim bakalım deme ihtimalim daha yüksek. Ama tekrar söylüyorum, Nobel yüzünden ve Nobel’den sonra edebi olarak ne yapacağımı bilmiyorum, çünkü ben edebiyatta yaptığım tırnak içinde yenilikleri yıllarca düşünerek yaptım. Bir düşünce geliyor, ona bir tane daha ekliyorsunuz, o bir paket oluyor, o paketi daha büyük bir kutuya koyuyorsunuz, büyüyor büyüyor, sonra onu daha değişik bir kutuya koyuyorsunuz, o değişik oluyor. Ama bir günde yeni diye değişik bir şey düşünmeye imkan yok. Ama içgüdüsel olarak daha deneysel ve daha kimsenin yapmadığı şeyleri deneyebilirim.

Çongar: Sizin de dediğiniz gibi, Akademi size ödülü bir yandan İstanbul’u, kendi toplumunuzu, bu sentezi anlatabildiğiniz için verdiğini söyledi. Ama bir yandan da “romanı değiştirmek” dedi, yani yenilikçi bir katkınız var roman sanatına. Dünyada yazılan çağdaş romanı izlerseniz, çağdaş romanı, onlar içinde Orhan Pamuk, sadece “Eh, egzotik, Türkiye, İstanbul, Osmanlı tarihi yazdığı için” değil, ama bir de değişik yazdığı için, bu katmanları farklı biçimde biraraya getirdiği için de tanınan ve ödüle layık bulunan bir yazar. Bu çerçevede baktığınızda, kendinizle aynı düzeyde demeyeceğim ama, etkilendiğiniz, size değişik fikirler veren ya da kendi düzeyinde başarılı gördüğünüz romancılar var mı?

Pamuk: Şimdi iki şey söyleyeyim. Birincisi beni etkileyen yazarlar. Bunları artık size ezbere dört tane yazar sayarım. Bunlar benim için artık romanın klasiğidir, bunları dönüp dönüp okurum. Tolstoy, Dostoyevski, Thomas Mann, Marcel Proust bence romanın babaları, devleri bunlardır. Roman denen büyük sanatı, insanoğlunun ürettiği bu büyük edebi oyuncağı öğrenmek, tadını çıkarmak istiyorsanız, bunları okuyun derim bir. Derken, Faulkner, Nabokov gibi yazarlar vardır. Bunlar bence demin saydığım dört tanesi kadar büyük demeyelim de, onlar da önemlidir. Ama kenardadırlar. Bir de beni etkilemiş, başka türlü, esasen romancı olmayan iki yazar vardır, Borges ve Calvino. Bunlar da bana postmodernizmi mi diyelim ya da edebiyatın metafiziğine başka türlü bakmak mı diyelim, bunları öğretmişlerdir. Ama bunlar hepsi arkada kalmış, hepsi ölmüş büyük yazarlar. Bunlar beni yaptılar, bunlarla öğrendim düşe kalka. Aslında Türkiye’de kendi paramla bunların kitaplarını alıp okuya okuya öğrendim. Zaten yazarlık öğretilmez.

Çongar: Siz daha önce Borges’ten de, Calvino’dan da bir tür katalizör gibi söz ettiniz. Yani İslam’a bakmanızda, hatta Attar’a bakmanızda bile Borges’in etkisi var…

Pamuk: Evet, anlatayım. Biz de Batılılaşma ile Atatürk’ün de etkisiyle, “geçmiş kültürün, geleneksel edebiyatın günümüz modern Türk kültürüne etkisi az olmalıdır” diye bir inanç vardı. Ben de bu kanıdaydım 32 yaşında Amerika’ya gelene kadar. Amerika’ya gelip, bundan 20 sene evvel, karımla, burada Kara Kitap’ı ve daha sonra Kara Kitap olacak kitabı yazmaya başlamıştım ve birazcık hafif, bir küçük kimlik buhranı yaşadım ben burada. Yani “Vay burada büyük bir zenginlik, kütüphaneler, bir büyük zengin kültür hayatı var, eee, benim Türk olarak yerim nedir” diye. O sırada ben Borges ve Calvino okuyordum. O zaman ben bütün geleneksel kültürü, en iyi şekilde de bana kalırsa Abdülbaki Gölpınarlı’nın Mevlana çevirisi ve şerhinde, onun notları bir hazine değerindedir. O kitabı okuyarak kendi kültürümü, hem tırnak içersinde söylüyorum, yeniden keşfettim, hem de bu geleneği daha laik, daha hikaye edebi gelenek olarak Borges’in ve Calvino’nun etkisiyle, neredeyse o geleneği postmodern bir açıyla, deneysel bir açıyla, kendi kullanıldığı bağlamda değil, ruhunu koruyarak ama bambaşka bağlamda kullanmayı öğrendim. Bunların da hepsi Kara Kitap adlı kitabı yazmama yol açtı. İşte Nobel Akademisi’nden Engdal, o kitabın da benim başeserim olduğunu söylemiş. Aşağı yukarı katılıyorum. Bütün bunlardan geçtikten sonra yapabildim. Ama siz bana şeyi sordunuz, demin saydığım yazarlar, sekiz tane saydık, bunlar benim oluşmamı, beni etkileyen, derinden etkileyen yazarlar. Onları okuyarak kendi kültürüme baktım. Onlar üzerinden, onlar sayesinde kendi sesimi buldum. Ama bir de, şunu da soruyorsunuz, yazarlar var yaşayan, benle yaşıt ve onları okuyorum. Bazen azıcık da mesleki tecessüs ile kimi zaman kıskançlıkla, “Ne yapıyor bu adamlar” diye. Geçenlerde bir Brezilya gazetesiyle röportaj yaptım, Nobel ödülünden sonra. “Eee,” dediler, “siz olsaydınız kime verirdiniz Nobel’i?” Güzel, provokatif soruydu. Ben de saydım, listeyi size söyleyeyim. Mesela İspanyol yazar Javier Marias vardır, Türkçe’ye iki kitabı çevrildi, ama kimse farketmedi. Çok büyük bir yazardır. Benden bir yaş büyüktür ve takip ederim bütün kitaplarını. Amerika’da da ne yazık ki başarılı olamadı. Avusturyalı yazar Peter Handke vardır. Ne yazık ki, Miloseviç’i desteklemek gibi yanlış şeyler falan yaptı…

Çongar: Türkiye’de Marias’a kıyasla biraz daha iyi tanınan bir yazar Handke…

Pamuk: Türkiye’de tanınır, burada da tanınıyordu. Ama yaşarken ne yazık ki unutuluyor. Çok büyük bir yazardır. O da bence hak eder. Philip Roth, Amerikalı yazar.

Çongar: Onun adı geçiyor zaten Nobel için…

Pamuk: Gene Amerikalı yazar Paul Auster. Bu hafta Amerika’da kitabı çıkan Thomas Pynchon, Borges’ten postmodernizme, ta Umberto Eco’ya kadar bütün bir geleneği etkileyen… O da zaten yalnız yazar olarak okuma zevki vermez bize. Roman ağacı denilen etki ağacında da önemli bir daldır… John Updike, hem iyi bir yazardır. Hem de çok müthiş, üç bin sayfa eleştiri yazmıştır. Benim hakkımda da iyi şeyler yazmış olmasından da etkilenmiş olabilirim. Bu yazarlar da çoktan Nobel’i hak etmişlerdir. Umberto Eco’nun da Nobel’i hak ettiğini düşünüyorum, ama o çok popüler olduğu için… ya da bilemiyorum. Çok değerli, her bir kitabını takip ettiğim yazarlardır bunlar.

Çongar: Bir de çeviri meselesiyle ilgili bir şey sormak istiyorum. Yıllar önce bir söyleşimizde, galiba 1998’de, bana demiştiniz ki, o zaman bu kadar çok çevrilmemiştiniz. Çevrilmeye başlamıştınız. Kara Kitap çevrilmişti, ama birtakım çeviri sıkıntıları da yaşıyordunuz galiba…

Pamuk: Kara Kitap yeniden çevrildi sonradan…

Çongar: Evet, Maureen Freely tarafından yeniden çevrildi…

Pamuk: Evet.

Çongar: Ama o dönemde bana demiştiniz ki, “Yazabilsem İngilizce de yazarım. Yani daha doğrudan ulaşabilmek açısından daha geniş kitlelere. Ama dilim Türkçe, Türkçe’de rahatım, başka bir dilde yazmayacağım.” Şimdi galiba bu çeviri sıkıntısını aştınız değil mi?

Pamuk: İngilizce 7-8 tane makale yazdım. Ama insan en sonunda babaannesinden, anneannesinden duyduğu dille en iyi yazabiliyor. Şimdi ne kadar Türkçeyi iyi öğrense bile, bir yabancı Yahya Kemal gibi bir şiir söyleyebilir mi? Ya da Yahya Kemal’den bizim aldığımız tadı almasına imkan var mı? En sonunda en iyi yapabileceğim şeyi yapmalıyım. O da en iyi ben Türkçe yazabilirim. Elim mahkum yani. Ayrıca artık alışmışım, başka bir şey istemiyorum, onu seviyorum, ona kızıyorum da Türkçe’ye. “Bu niye böyle olmuyor?” Bazısı da “Cümleyi bozdu, uzattı” falan diyor… Türkçe’yle sevişerek kavga ederek kendimi yapmışım, bunu değiştirmeme imkan yok. Arada bir ama makale, yedi tane yazdım belki bir iki tane daha yazabilirim.

Çongar: Peki çevrilince bir şey yitirdiğini düşünüyor musunuz kitaplarınızın?

Pamuk: Tabii, ama çeviriylen bir şey yitirir, ama bir şey de kazanır. Ama şunu da unutmayalım. Bana kalırsa şiir çevrilemeyen bir sanattır. Bunu şiir çeviren pekçok insan ve arkadaş var, kızmasınlar. Çeviriyorlar, oluyor da birşey. Roman ise gene en sonunda çevrilebilen bir şeydir. Çevrilemeyen ise o şiirdir. Benim de romanlarımın, Kara Kitap’ın, Benim Adım Kırmızı’nın bazı yerleri, Yeni Hayat’ın bazı yerleri şiirseldir ve çevirmek zor olabilir. Fakat sonunda o kitabın değerinin yüzde yüzü değil. Değerinin küçük bir kısmı şiirdir. Roman çevrilir, ama çevrilirken bir şeyler kaybeder. Hem bazı kültürel alışkanlıklar çevrilemediği için, anlayamayacakları için. Simit deyince, onu “susamlı bilmemne” dersen kimse anlamaz. O simit ise, anlamı var. Bunun gibi her kültürü kendine özgü yapan şeyler vardır. Onların bir kısmı çevrilemez. Bazı alışkanlıklar vardır, ne bileyim her ülkenin dilencisi vardır da, dilenciye para verirken, herkes “Al bakiim evladım” diye birşey söyler Türkler, onu yalnız Türkler öyle söyler. Onu sizin “evladım”ı oraya çevrilirse olmaz. Çeviri anlayışları vardır. Kültürü mü çevireceğiz, kelimeyi mi çevireceğiz, cümleyi mi çevireceğiz, cümlenin sözlükteki anlamını mı çevireceğiz, kültürdeki anlamını mı çevireceğiz, okurun beklentisine göre mi çevireceğiz, bin türlü çeviri felsefesi vardır. Bunlar, bu felsefelerin çeşitliliği ve değişikliği bile bize çeviride bir şeylerin kaybedildiğini ve bu kaybedilen şeylerin, çevrilen dilde tekrar kazanılması gerektiğini söyler. Sonunda çeviri yalnızca bir kelimenin çevrilmesi değildir. Bir romanın çevrilmesi, kültürdeki jestlerin çevrilmesidir. Mesela çok bariz bir örnek vereyim size. Kar adlı romanımın son cümlesinde, kahraman Ka’nın, olayların ağırlığı yüzünden gözleri nemlenir. Ama hüngür hüngür ağlamaz. Şimdi bunu İngilizceye çevirirseniz kelimesel olarak, İngilizlere göre, onlar duygularını göstermezler ve adam birden gözden düşecek bir şey yapmış oluyor. Bilmem anlatabiliyor muyum? Başka bir kültürde ağlamak toplumsal olarak kabul edilebilir bir şeydir. Ruslara bakarız, Brejnev’le bilmem kim dudaktan şaap diye kameraların önünde öpüşürler. Şimdi biz bir Rus romanını Türkçe’ye çevirirken, İvan’la Boris dudaktan öpüştüler deyince, millet “Aaa, bunlar nedir” diye düşünmeye başlar. Çevirmen orada onun, kültür içersinde normal bir şey olduğunu da hissettirmek zorundadır. Yani yalnızca anlam çevrilmez, kültür de çevrilir ve bu işi zorlaştırır. Bizim Türk kültürünün de zordur onun anlamını başka dillere başka diyarlara taşımak, orada çevirmenin hüneri gelir. Çevirmen yalnızca cümlenin anlamını çevirmeyecek. Yani “Ahmet elma yiyor” ya da “Boris dudaktan öpüştü” diye çevirmeyecek, orada o jestin anlamını da çevirecek. Böylelikle bayağı zor bir şey olur çeviri.

Çongar: Aslında uzun konuştuk çeviri meselesini, ama bir de sesler var, müzik var çevrilmesi zor olan…

Pamuk: İç müzik de vardır…

Çongar: Kar deyince şeyi düşünüyordum, malum Ka karakteri, Kars şehri ve Kar… Bu üçünün ortak sesleri bile başlıbaşına bir şey aslında…

Pamuk: Bunlar başka dile geçmez.

Çongar: Bir yıl kadar önce bir araştırma yapmıştım; onu daha sonra Milliyet’te yazdım da. Sizi şu anda Amerika üniversitelerinde okutan yığınla hoca var, ki bu Nobel öncesinde olan bir şey, gerçekten yüzlerce dersin zorunlu okumaları arasında kitaplarınız…

Pamuk: Evet, onlar hep beni üniversitelerde konuşma yapmaya çağırıyorlar.

Çongar: Belki bu ilgi, biraz Türkçe’ye de aslında bir ilginin başlamasını hızlandırabilir mi?

Pamuk: Evet, inşallah.

Çongar: Bir dili önemli kılan sonuçta yazarları oluyor. Çevrilmenin ötesinde sizin umarız böyle bir katkınız da olabilecek.

Pamuk: Evet, inşallah. Bu ödül yüzünden pekçok üniversiteden davetler alıyorum. İşte bazıları da şöyle diyorlar, “Burada Türkçe bölümünü kuvvetlendirmek istiyoruz. Ya da ‘Turkish Studies’ kısmına para bulamıyoruz. Sen gelirsen para çıkacak. Ya da sen gelirsen, çok de öğremvi gelirse, buraya da işte bir Türkçe ya da Türk edebiyatı profesörü de alınacak.” Böyle etkiler oluyor. Benim Nobel ödülü almam dünyada Türk edebiyatının sevilmesine, okunmasına, Türkiye’nin ön plana çıkmasına, özellikle İstanbul kitabım, İstanbul’a büyük bir ilgi olmasına yol açacak, bundan hiç şüphem yok.

Çongar: Demin sevdiğiniz yazarlardan bahsederken Paul Auster’ı andınız, John Updike’ı andınız. Onlar sizin hakkınızda hep olumlu şeyler yazıp söylemiş insanlar. Paul Auster’ın Paris Review’da birkaç yıl önceki bir söyleşisini hatırlıyorum. En sevdiği beş altı yazarı sayarken, sizi de sayıyor…

Pamuk: O benim arkadaşım tabii, belki torpil yapmış olabilir.

Çongar: Ama okuyor da yani, çünkü orada bir kontekst içinde söylüyor bunu. The Paris Review biliyorsunuz çok ağırlıklı edebiyat söyleşileri yapan bir dergi; sizinle de konuşmuştu. Biraz bu ödülden sonra, bu yazarlar dünyasının tepkilerini konuşalım. Çevrenizden, mesela Margaret Atwood, çok önemli bir Kanadalı yazar, bir yazı yazdı, Nobel’e sevindiğini yazan bir yazı yazdı… Bu tip tepkiler, tebrikler oldu mu?

Pamuk: Tabii, Paul Auster’dan başlayalım. Arkadaşım. Onlar karı-koca Paris’telermiş, Herald Tribune’dan okumuşlar…

Çongar: Karısı da ayrıca romancı…

Pamuk: Evet. Karısı da romancıdır. Onlar çok mutlu şeyler yazdılar bana, çok sevindiler. Pekçok arkadaşım gibi Paul Auster da bana, hem de çok eskiden “Sen bir gün Nobel alacaksın” diye parmağını sallayarak söylerdi. O da benden yaşlı, abimiz gibi biraz. Ben de “Yok abi,” falan yapardım. İşte o öyle… Ne bileyim ben Amerikan Sanat Akedemisi üyesiyim. Bu ödülden sonra da burada olduğumu öğrendiler, onların bir toplantısına katıldım. Orada John Updike gelemedi de, haber yolladı, çok tatlı sözler söyledi. Ne bileyim tesadüfen Columbia Üniversitesi, ben burada, profesörlüğe mi diyeceğim artık, hocalığa başladığım için—hocalık daha dilime uygun geliyor—bir yemek veriyordu. Ve o da perşembe akşamıydı. Yemeğin olduğu günün sabahı ödül açıklandı. Yemeğin akşamına otomatik bir ziyafetim oldu. Oraya Salman Rushdie’yi de çağırmışlardı, o da çok tatlı şeyler söyledi. Margaret Atwood ödül açıklanır açıklanmaz, Guardian’a çok güzel bir yazı yazdı. Sonra da bana bir e-mail yolladı. Ben de tesadüfen onun yazısını hemen okuyamadım. Ödül aldıktan sonra o kadar çok e-mail geldi, o kadar çok yazı çıktı ki, onları anca 10 gün, 15 günde hepsini okuyabildim. Ama o sırada ben de Columbia Üniversitesi’nde tesadüfen onu okumuştum. E-mail ile birbirimizi gene kutladık. Harold Pinter de benden bir yıl evvel Nobel alan, arkadaşım ya da arkadaşım diyemeyeceğim ama benim ona saygım vardır, o da beni sever, o da Guardian’a yine güzel şeyler söyledi. Coetzee, bundan üç sene önce Nobel almış olan Güney Afrikalı yazar, o da İsveç televizyonuna güzel sözler söylemiş. Başka pekçok yazardan da “İşte biz biliyorduk, senin alacağını” falan gibi güzel şeyler… Bunlar tabii hoşuma gidiyor. Ama söyleyemiyorum daha fazla.

Çongar: Dünyanın önemli yazarlarından size destek…

Pamuk: Destek değil, destek olacak bir şey yok ki, Nobel aldıktan sonra kimsenin kimseye destek olmasına gerek yok. Aslında bir sevinç, paylaşma...

Çongar: Paylaşma… Peki biraz okur tepkisinden de bahsetmek istiyorum. Geçenlerde Hürriyet’e anlatmıştınız, örneğin bir okurunuz New York’ta salaş bir lokantada sizi tanıyıp sonra da işte “New York’u bu yüzden seviyorum” diye nutuk atmış lokantadakilere… Sanıyorum, burada farkediyorsunuzdur, kitaplarınızın satışında, kitaplarınıza olan ilgide ciddi bir artış var bu ödül nedeniyle. İşte o Nobel ödüllü yazar etiketi kitaplara yapıştırıldığı andan itibaren ister istemez yeni bir ilgi de oluyor değil mi?

Pamuk: Yalnız burada değil, bütün dünyada var. Ama özellikle bu Nobel ödülü benim kitaplarımın okunmasına satmasına etkisi, zaten eğer bir ülkede kitaplarım çok satıyorsa, mesela İtalya’da… İtalya’da, bu baharda bir hafta Papa’nın kitabı birinci, benimki ikinciydi. O kadar ilgi olduğu zaman, bir de Nobel alırsanız, artık o zaman aşırı aşırı bir ilgi olabileceğini gördüm. Amerika’da da Kar, Benim Adım Kırmızı, İstanbul çok satıyordu. Nobel’den sonra ben de kitapçılara gidince orada raflarda ve kasanın orada… Allahtan kasadakiler beni tanımıyor ben de rahat rahat alışveriş yapıyorum.

Çongar: Kitapçılarda hala tanımıyorlar mı sizi?

Pamuk: Bazısı tanıyor, bazısı tanımıyor. Alışverişimi yapıyorum. Evet, çok bir okur ilgisi var, sokakta durdurup beni tanıyanlar. Anlattığım gibi lokantada yanımda otururken, “Ah, işte New York’u bunun için seviyorum” diyenler. İşte ne bileyim metroda giderken tanıyanlar. Columbia Üniversitesi’nde bu da ilginç, yani herkes tanıyor bir şeyler de, özellikle Müslüman ülkeden gelenler, Üçüncü Dünya’dan gelenler, Çin’den Hindistan’dan gelenler, Batı dışındaki, yoksul demeyeceğim ama gelişmekte olan ülkelerden gelenler daha ilgili. Çin’de, Hindistan’da kitaplarımın okunmasında, bana olan ilgi de diyemeyeceğim de, bir patlama var. Oralarda konu biraz da bizimkine benzer bir konu. Bir Çinlileri Batılılar küçümser, onlar kendilerini benimle özdeşleştiriyorlar. “Adam Türkiye’de oturmuş, tek başına kapanmış, yazmış, işte bak Nobel’i de aldı” şeyi bir Batılı için çok bilinmeyen bir hikaye değil ama, bir Türk için, İranlı için, bir Hintli, bir Çinli bunlar önemli şeyler. Çünkü siyasi boyut da biraz giriyor işin içine, “Bak devlet uğraşmış ama, adam en sonunda Nobel aldı, bilmem ne aldı, tek başına oturdu evinde kitap yazdı, onu Batılılar kabul etmek zorunda kaldılar.” Bütün bunlar biz Türklerin de anlayacağı konular. Bizim de kalbimize seslenen şeyler. Bunu Columbia’da öğrencilerin, özellikle tekrar Çinli, Hintli, Pakistanlı, İranlı, Arap… Arap basınında da çok yazı çıkıyor. Arap basınında biraz “Bizde niye Orhan Pamuk gibi entelektüeller yok” gibi yazılar da çıkıyor. Artık birazcık burada mütevazı olmam lazım, ama bu etkinin de farkındayım. Bunlar çok hoşuma gidiyor.

Çongar: Orada bir anektod ben size anlatmak istiyorum. Washington’da Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezze Rice, her yıl iftar yemeği veriyor gazetecilere ve diğer Müslümanlara… Bu yılki de Nobel’in açıklanmasından kısa bir süre sonraydı ve masada tesadüfen bir yanımda İranlı, bir yanımda Filistinli oturuyordu.

Pamuk: Sizi tebrik mi ettiler?

Çongar: Beni tebrik ettiler ve ben tabii sizin adınıza tebrikleri kabul etmiş oldum. Ama şöyle bir sahip çıkma vardı; “Mahfuz’dan sonra şimdi de Pamuk” diye size Ortadoğulu bir yazar olarak, kendisinden bir yazar olarak bakış vardı.

Pamuk: Bu da doğru. Şimdi bu tebrik etme hikayesi belki saatlerce anlatılabilir, ama böyle bir temsiliyet sorunu var. Ama bu temsiliyet yalnızca Türkiye’de de kalmıyor, bütün Ortadoğu, Müslüman ya da Batı dışı, Üçüncü Dünya, fakir ülkeler böyle bir sahiplenme de var.. Bunların hepsi çok hoşuma gidiyor. Pekçok insandan işte ne bileyim bilmem neredeki işyerinde ne kadar çalışan varsa, oradaki çalışan Türkü tebrik etmiş ya da bir sanat tarihi kongresinde bir Türk de bildiri veriyormuş, herkes ona gelmiş ödül açıklandı diye… Bu tebrik faslı, bana şunu öğretti. Bu Nobel ödülünün böyle bir temsiliyet gibi bir yanı var. Hoşuma da gidiyor. Ama daha da hani bir Türk olduğu için diğer Türkleri var, bunun hikayelerini çok dinledim. Ne bileyim ben İsveç’te okulda öğrenci tahtaya gelmiş, Türk bir tane öğrenci varmış, alkışlatılmış, çünkü Türk olduğu için. Ama bir de şöyle bir şey var. O daha ilginç. Sizin de söylediğiniz gibi işte Arap, İran, Afrikalı olabilir, Hindistan’da, Çin’deki dertleri biraz bizimkine benzeyen, biraz Batı tarafından dışlandıklarını, ihmal edildiklerini düşünen, birazcık da kendi ülkelerinde demokrasi, sanat sevgisi dertleri olan insanlarda da bir heyecan yarattı bu ödül.

Çongar: İşin ilginci, bu çevreler, bu ülkeler, özellikle Ortadoğu tabii, Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasını da benzer bir ilgiyle izliyor.

Pamuk: Evet, aynen öyle.

Çongar: Bu Batı’ya kendimize anlatmanın, Batılılaşabilmenin belki de ölçütlerinden biri gibi görülüyor.

Pamuk: Bunun da bütün dünya da, Avrupa Birliği de farkında. Onun için Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkisi, yalnızca Türkiye-Avrupa ilişkisi olmaktan çıktı, bir de dünya problemi haline geldi. Türkiye, Avrupa Birliği’nden koparsa, dünyadakiler “Aaa, demek ki Müslüman bir ülkenin Batı’nın bir parçası olması imkansızmış” diyecek. Bu herkesi üzecek. Dünyadaki barış için kötü bir haber. Olursa da işte Arap sizin gördüğünüz Arap entelektüeli, önde gelen İranlı da “Bu da olabiliyormuş” diyecek. Böyle bir sorun bu.

Çongar: Siz tabii hep başından beri bu Avrupa Birliği işine sahip çıktınız. Bu konuda, aslında güçlü seslerden biri oldunuz Türkiye’den yükselen. Şimdi Nobel’den sonra böyle yeni bir misyonunuz olacak mı yoksa, siz çok da öyle diplomat olmak istemediğinizi söylüyorsunuz, uzak mı duracaksınız?

Pamuk: Siyasetten biraz uzak durmak istiyorum geçici olarak. O ayrı bir konu, onu da söylerim şimdi de. Ama Avrupa Birliği maceramız, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme macerası üzücü bir yere geldi. Avrupa’da “Türkiye’yi almayalım” ya da “alsak mı” havasını söyleyenler, bu tatsız müziği çıkaranlar çoğaldı. Türkiye’de de bunlar biraz etkili oldu. Birazcık benim Avrupa Birliği’ne bakışım, yani Türkiye’ye bakıp, “Arkadaşlar, Türkiye Avrupa Birliği’ne girerse iyi olur,” Avrupa’ya da dönüp, “Türkiye Avrupa Birliği’ne girerse sizler için de iyi olur” idi. Ama iki taraf birbirine sırtını dönüp “Ben tanışmak istemiyorum” dedi mi, ben de zorlayacak değilim. Ben zaten Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini istiyorum, ama Avrupa Birliği cennet olduğu için değil. Avrupa Birliği’ne girmek, Türkiye ekonomisini düzeltir, insan haklarına, demokrasiye daha kıymet verir ve birazcık daha kanun, nizam ülkesi olur diye. Ama kendi içinde Avrupa Birliği bir amaç değil, mesele Türkiye’de daha çok demokrasi olsun, insan haklarna daha saygılı bir ülke olsun ve ekonomimizin de daha yerleşmiş kuralları olsun, hukuk daha iyi çalışsın. Böyle şeyler istediği için Türkiye’de Avrupa Birliği’ni bu kadar insan istiyor.

Çongar: Peki şimdi, bu dünya tepkilerini konuştuk, size sahip çıkanları konuştuk. Biraz Türkiye’deki tepkileri konuşalım. Başka bir şey anlatayım size. Demin bu çok satanlar listesine girmenizden bahsediyorduk. Geçen New York’a gelişimde, birkaç hafta önce, Strand kitapçısı var biliyorsunuz, dünyanın en büyük kitapçılarından biri, New York’un ünlü bir kitapçısı... Orada çok satanlar listesi koyar hep Strand. İki liste, 10’ar kitap. İlk 10’da hem edebiyat alanında, hem inceleme/araştırma alanında vardınız. İnceleme/araştırma alanında İstanbul, edebiyatta Benim Adım Kırmızı ile en çok satanlar listesindeydiniz. Burada bunu görüyoruz. Aynı gün tesadüfen o kitapçıdan çıktım, çok tutkulu bir okurunuz olan babamla telefonlaştık, o da Ankara’da bir kitapçıdan çıkmış. Ben dedim “Orhan Pamuk iki listede birden var.” O da dedi ki, “İşte şu kitapçısında Ankara’nın -önemli bir kitapçı- hiçbir kitabını göremedim…”

Pamuk: Ama o biraz yanıltıcı…

Çongar: Böyle bir şey var mı? Son dönemde sizi bir gizleme, kitaplarınızı tezgah altına koyma çabası var mı Türkiye’de?

Pamuk: Öyle bir gizleme durumu olduğunu sanmıyorum. Ben İletişim Yayınları’nda arkadaşlardan duyduğum kadarıyla bu ödülden sonra kitaplarımın hepsi beşer altışar kere yeni basım yaptı. Pekçok yeni kitap sattı, satılmaya da devam ediyor. Böyle bir şey yok. Bir gizleme çabası olduğunu da söylemem yanlış olur. Ama bir politik durumun içine düşmüş olduğum doğru. Ama onun içinden de çıktığımı zannediyorum. Bir de şöyle bir şey var. Onu da hep soruyorlar. İşte şu karşı çıktı, bu karşı çıktı. Eh, o adamlar bana 20 yıldır karşı çıkarlar. Ben kitabım çok sattı, Orhan Pamuk bana saçma, doğru olmayan, ayıp, yok “Yahudi,” yok efendim şu, yok bu, yok “Çok reklam yaptı yoksa kötü bir yazar.” Bu insanlar bu eleştirel laflarını 20 yıldır söylüyorlar. Nobel ya da yarın gene bir başka şeyde yine söylemeye devam edecekler. Ben de onlara her seferinde cevap yetiştirmek istemiyorum. Kampanya yapıyorlar, gazetelere yalan haber yazıyorlar zaman zaman. Bunlara cevap vermek istemiyorum. Bunlara biraz daha yukarıdan bakmak, onların da Türkiye’nin bir parçası olduğunu söyleyerek geçmek istiyorum. Ayrıca Amerika’dan da takip de edemiyorum açıkçası.

*****

Çongar: Tekrar merhaba. Columbia Üniversitesi’nde Orhan Pamuk’la söyleşimize bu kez Türkiye’deki tepkileri konuşarak devam ediyoruz.

Şimdi demin dediniz ki, “Türkiye’de 20 yıldır beni eleştirenler, çeşitli tepkiler gösterenler var. Ben onlara cevap vermeyeceğim.” Gayet iyi hatırlıyorum, Granta dergisinde, Maureen Freely, sizi İngilizce’ye çeviren bir dostunuz, sizi çok iyi tanıyan bir kişi, onunla söyleşinizde demiştiniz ki, “Hiçbir yazar kendi halkının sevgisini, saygısını, ilgisini kaybetmek istemez. Hele o halk kendi imajıyla ilgili sorunları olan bir halksa.”

Pamuk: Aynen öyle düşünüyorum. Hala öyle düşünmeye devam ediyorum. Ben Türkiye’de de CNN’de yaptığım, Tayfun Bey’le yaptığım konuşmada da anlattım. Her yazar kendi ülkesinde, hele dilini kullandığı ülkede sevilmek ister. Ben ülkemde sevilmek isterim tabii ki. Türkiye’yi, Türk devletini eleştirebilirim. Ama kalbim Türkiye’de yaşayan herkesle birliktedir. Kitaplarım Türkçe, bütün Türk kültürü üzerine kurulmuştur. Elbette bunu söylemeye bile gerek yok. Her yazar sevilmek ister. Şimdi diyebilirsiniz ki, “Eee, biraz dertler falan var senin için Orhan.” Var, ama bunun sorumlusu ben değilim. Ben şu veya bu sebepten Türkiye’deki demokrasi azlığına, Türkiye’deki şu veya bu konuya dikkat çekmek için konuşuyorum. Bunlar abartılıyor. Benimle Türk okurları arasına girilmeye çalışılıyor. 32 yıldır yazarlık yapıyorum. En sonunda yazar olmak demek önce yazdığınız dilde, yaşadığınız ülkede sevilmek demek. Sevilmezseniz siz yoksunuz yani. Ama öte yandan, yazar olmak demek de beni sevsinler diye herkes ne bileyim ben gül seviyorsa, sabahtan akşama kadar da onu övmek demek değil… Yazar olarak hem kendi kimliğinizi, kişiliğiniz koruyacaksınız, hem de sevileceksiniz ki, o da, kendi kimliğinizle ifade ettiğiniz düşünceler de kabul edilsin. Ama işin en sonunda yaşadığınız kültüre, ülkeye bağlılık, o ülkenin değerleriyle birlikte yaşamak vardır. 32 yıldır Türkiye’de yazıyorum, 32 yıldır önce Türk okuru tarafından sevilmek istiyorum. Bunu da büyük ölçüde başardığımı düşünüyorum. Evet, şimdi biraz kızıyorlar ve bazıları da kıskançlık yapıyor. Tekrar söyleyeyim, 20 yıldır da benle bu ülkede uğraşan insanlar var. “Bunların sözlerine inanmayınız” demek isterdim. “Benim hakkımda söylenen kampanya, şunu dedi, bunu dedi, bunlara kulak asmayın. Bunlar doğru değil.” Ben bütün bu kültürün içinde, bu tarihin içinde 20 yıldır balık gibi yaşıyorum. Her yazar kendi yaşadığı ülkede sevilmek ister ve o bağlamda yazıyorum, o bağlamda çalışıyorum.

Çongar: Peki çok samimi olarak sormak istiyorum size. Siz şu yada bu nedenle, söylediklerinizle veya bu söylediğiniz kampanya, sizi eleştirenlerin yazdıkları çizdikleri sonucunda Türkiye’de okur, ama öyle bir şey varsa eğer, tırnak içinde “sıradan okur” nezdinde ilginizi, sevginizi kaybettiğiniz, o okurla iletişiminizde bir kopukluk olduğu, Türk insanını kırdığınız gibi bir kaygı taşıyor musunuz?

Pamuk: Hayır, taşımıyorum. Bu kaygıyı taşıyacak birşeyi de yapmam, onu da yapmak yanlış olur. Türkiye’de yaşayan herkes benim bazen sert de olsa devlete yönelik eleştirel yorumlarım olduğunu biliyor. Ama bir yazar en sonunda yaşadığı milletle seslenir. Milletin kalbini kırmak istemezsiniz. Böyle bir şey sözkonusu da değil.

Çongar: Şaşırdınız mı? Dediğiniz gibi, aslında uzun süredir size yönelik tepkiler var. Yazınızı eleştirebilirler, romanlarınızı eleştirebilirler, siyasi konumunuzu eleştirebilirler. Ama hakikaten Nobel’den sonra, ki Radikal’de Yıldırım Türker bunu “Türk’ün Nobelle imtihanı” diye güzel bir yazı başlığı yapmıştı… Nobel’den sonra sanki Türkiye’de bir ayrışma oldu. Bir size sahip çıkanlar var, bir de işte diğerleri… Sanki bir tür şizofrenik bir tepki var.

Pamuk: Yok, bu kelimeyi de kullanmak istemem. Bakın şöyle bir şey var. Bir kampanyalar oluyor, bir böyle son derece duygusal tepkiler oluyor. Bir de demin size söyledim, ben 20 yıldır ağzımla kuş tutsam, “O kuş değildir böcektir” diyen insanlar var. Onlar hiç bitmeyecek. Ben 100 yıl yaşayayım inşallah, onlar da 100 yıl yaşasın. Onlar da aynı makamla, aynı nakaratla şarkılarına devam edecekler. Onlar için Nobel yine bir vesile. Ama onların, üç beş kişinin lafını bütün bir Türkiye’deki tepki olarak göstermek yanlış. Türkiye’de kitaplarım Nobel ödülünden sonra her ülkede olduğu gibi aşırı derecede satıyor. Böyle üzerinde fazla da duracağım bir durum da yok.

Çongar: Peki daha önce bunu açıkladınız. Ama yine de sormak istiyorum. İzleyicilerimiz arasında bunu bilmeyenler olabilir. Sizi tebrik edenler arasında hükümet de vardı. Siz hükümetten de sanıyorum gayet nazik ve sıcak bir tepki aldınız değil mi?

Pamuk: Önce Abdullah Gül’le konuştuk. Onunla güzel konuştuk. Ona hepimizin aynı gemide olduğunu, Türkiye gemisinde olduğunu, hepimizin bu geminin selametle… Ben gemide yolcuyum, aslında onlar yönetiyor gemiyi anlamında söyledim. Sonra Başbakan Tayyip Erdoğan aradı ertesi gün. İlk gün ben koşuşuturuyordum, iletişim kuramadık. O da tatlı sözler söyledi, tebrik ederim dedi. Duyguluydu. Bunları da normal karşılıyorum. Ama illaki de herkesin de tebrik etmesi gerekmez. Ben bir sivil yazarım. Devletten onay almam gerekmez. Ben kendi bildiğim gibi takılırım. Benim için tek bir ilke vardır. Devletin bana iyi gözle bakması hoşuma gider, ama benim için tek bir ilke vardır. Elimi vicdanıma koyarım, dilediğim gibi inandığım gibi yalnızca kalbimden geçeni söylerim. Devlet onay verirse çok sevinirim. Devlet onay verirse… Devletin vazifesi benim fikrime katılmak da değildir. Ama bir demokratik modern bir devlette, devletin vazifesi gene de o ülkedeki yazara bir ortam hazırlamaktır. Devlet yazarlara ne yapacağını söylemez. Ya da devlet beğenmediği şeyi yazan yazarı hapse atmaz. Devlet özgür, modern bir toplumda dünyada yazara ortam hazırlar. Onlardan üç tanesi beş tanesi iyi şeyler yazar belki, bütün dünyada kabul edilir.

Çongar: Biraz de Gaulle’ün Sartre’a yaptığı gibi “Pamuk Türkiye’dir” diyecek bir devlet adamı gerektiriyor bu…

Pamuk: Artık bilemiyorum. Çok da fazla bu konuyu uzatmak istemiyorum.

Çongar: Uzatmayacağız, ben aslında söyleşimizi bitirmek, toparlamak istiyorum. Yalnız 30 Kasım’da Türkiye’ye dönüyorsunuz galiba, sonra Stockholm’de konuşmaya gideceksiniz, 7 Aralık’ta konuşmanız. Ondan sonraki planınız ne? Türkiye’ye mi döneceksiniz?

Pamuk: Columbia’daki işim bitti. Ondan sonra Türkiye’deyim.

Çongar: İstanbul’da bildik mekanlarınızda mı olacaksınız?

Pamuk: Ondan sonra tekrar bazı seyahatlerim var. Ama bir yere kapanacağım ve Masumiyet Müzesi’ni bitireceğim. Bazı Avrupa’da küçük bir dersim var. Bazı seyahatlerim var. İstanbul’da olacağım. Kapanıp kitabımı bitireceğim. Normal hayatıma geri döneceğim.

Çongar: Şimdi son söz olarak, gayet klasik bir soru. Ama eminim izleyen çok genç okurlarınız vardır. Ya da belki hiç sizi okumamış ama işte kitap okumaya, roman okumaya yeni başlayan ve belki de yazarlık düşleyen gençler vardır. Biraz onlarla konuşun.

Pamuk: Tamam, çok içten gelerek konuşurum o zaman. Bir genç yazara, demin size saydım benim sevdiğim değerli yazarlar, Tolstoy, Dostoyevski, Thomas Mann, Proust ya da Nabokov, Faulkner, Calvino, Borges, bunlar benim klasiklerim. Ama yazar olmak istiyorlarsa kendilerine inanmalarını tavsiye ederim. Her okur, her yazar kendi yazarını, kendisini etkileyecek yazarı, kendi klasiğini kendisi bulacaktır. Bu Tolstoylar, Dostoyevskiler en büyüklerdir bana göre. Bir genç yazar adayına, haddim değil söylemek, benim hep söyleyeceğim laf, bir genç yazar adayıysanız, kendini birşey zanneden büyük yazarlardan nasihat almayın önce. Amma illaki nasihat diyorsanız, “Kendinize inanın, bildiğiniz gibi yazın, ayakta kalın, yazmaya devam edin.” Benim hikayemden belki şöyle bir şey çıkarılabilir: İnandığınızı yapın, ortam hazırlayın ve yazın. Başka hiçbir şey dinlemeyin, elinizi vicdanınıza koyun ve yazın. Ben başladığımda, ailem yakınlarım yazar olmamı istemiyorlardı. Bana, yani kötü niyetle değil, işte Türkiye’nin şartları ortada, çok zor durumda kalacağımı, ileride çok mutsuz olacağımı, para kazanamayacağımı, sürüneceğimi düşünüyorlardı. Öyle olmadı. “Yazarsanız, inanırsanız, işi ciddiye alırsanız, durmadan okursanız, sabahtan akşama kadar bunu düşünürseniz herşey oluyor. Şu benim hayatıma bakın…” diyebilirim, haddim olmayarak. Bunun mükün olabileceğini, işte “Efendim,” diyorlardı, “Bir gün bir Türk de Nobel alsa…” Bunun da olabileceğini, “Bir işe hayatınızın 32 yılını sabahtan akşama kadar verirseniz, iğneyle kuyu kazar gibi benim gibi yazarsanız, herşeyin olabileceğini benim örneğime bakarak belki düşünsünler,” derim haddim olmayarak.

Çongar: Bir de kendiniz için bir dilekte bulunun. Belki siz kopya çekeceksiniz, ben onu bildiğimi söyleyerek sorayım bu soruyu. AB’den Olli Rehn size “Sana ne dileyebilirim” diye sorduğunda, demişsiniz ki “Rahat rahat bütün bu gürültüden uzak romanlarımı yazmaya devam etmemi dile”…

Pamuk: Romanlarımı yazacağımdan eminim. Kendim için istediğim, şimdiye kadar 30 yıldır roman yazdım, bir 30 yıl daha yaşayıp gene aynı mutlulukla roman yazmak. Ama bu mutluluk deyince sanmayın her gün güle oynaya roman yazıyorum, bir gün yazamam, suratım asılır, kızım hemen anlar “Bugün yazamamışsın baba” der. Bir gün iyi yazarım, herşeye gülerim. Böyle bir 30 yıl daha yazıp 6-7 tane roman yazmayı çok isterim. Kendim için dilediğim tek şey budur.

Çongar: Peki Orhan Pamuk, size çok çok teşekkür ediyoruz zamanınız için. Tekrar tebrik diyoruz. “Babamın bavulu” konuşmasını dinlemek üzere.

Pamuk: Çok sağolun. Evet, evet. Çok çok teşekkürler.